25 Nisan 2009

Beklemek.. ama neyi?

Yazmak istediğimi farkettim, çünkü çok düşünüp, düşündüklerimin uçuşmasına izin veriyordum. Aslında bir süre böylesi daha iyi demiştim, o anın hisleri, o anda kalmalı. Ama bazen de o anın hisleri hatırlanmalı, çünkü klişesel biçimde akan zaman, sürüklüyor o anları.

Bir diğer çekince ise aklımdan geçenleri gerçekten paylaşmak isteyip istemediğimdi. Her birşeyin paylaşıldığı, ortada olduğu şu vakitte, aklımdakiler en azından bana kalmalıydı. Çünkü bazen bilirsin ki ne kadar yakın da olsa dostların, paylaşmaya çalıştıklarına çok uzaktırlar. Sonra dedim korkma, kontrol nasıl olsa sende, neyin sende saklı kalmasına karar veremiyorsan zaten hiç düşünme, hiç yazma.

İşte böyle dahil oldum bu maceraya, bu günlüğe. Birkaç dost, hayatı paylaşırken, biraz günü geldiğinde geçmişi hatırlamak, biraz da başkalarına (eğer alakadar olurlarsa) neler yaptıklarını anlatmaya karar verdi. Tembel olduklarını bildiklerinden de haftada bir yazalım dediler. Pek yaratıcı olmadıklarını öğrendiklerinde iş işten geçmişti ama, bu ortak günlüğe isim bulunmuştu: 168 saat, yada 7x24. Ha bu arada, evet karizmatik 3. çoğul şahısları uzakta aramanıza gerek yok, onlar bizleriz.

Gelelim bu hafta benim aklımdakilere, beni dersleri dinlemekten alıkoyan, gerekli gereksiz oldukları tartışılır fikirlere.

Sizi bilmem ama ben beklediğimi farkettim. Neyi bekliyorsun sorusunun cevabı ise acı idi: Üniversitenin bitmesini. Bir insan nasıl üniversitenin bitmesini bekleyebilirdi ki? En güzel anıların yaratıldığı, gelecekte illaki yad edilecek günler üniversite günleri değil miydi? Ben bir süre için bunları unutmuşum, bir takım sıkıntıların gölgesine saklanıp günlerin geçmesini beklemişim. Sanırım aklımın başıma gelmesini geciktiren, arkasına saklandığım gölgeyi iyice karartan bulutlarmış. Kış sürüp giderken ve kalın bulutların arasından güneş bana kendini bir türlü göstermezken, ben de kabuğumdan kafamı çıkartmaya üşenmişim, ama meğerse hep kaybetmişim.

Geçen gün yeterince güneş ışığı vardı, veya kırılan parmağımın acısı beni hapsolduğum efsundan kurtardı, hangisiydi şu an bilemiyorum. Ama haftada bir önemi duyarlı yurttaşlar tarafından e-postalarda bize anlatılan "en değerli kaynak" zamanın geçip gittiğini, benimse zamanın sismografik kaydına düz bir çizgi bıraktığımı farkettim. Olmayan para, sıkıcı dersler, çatırdamış aile veya boş bir kalp.. Mazeret arayan insanın, ürecetek çok tamlaması var. Harekete geçmek isteyen insanın ise sadece biraz cesarete ihtiyacı var. Bir kış boyunca biriktirdiğimiz cesaretimizi ise dünyaya karşı isyan etmeye değil kendimize bir tokat atmaya kullanacağız. Çünkü biliyoruz ki (bilmiyorsanız doğru yerdesiniz) bizi sınırlayabilecek tek varlık yine biz, yani ben, yani sen.

Kendine karşı çıkmak en zoru, kendini sorumlu tutmak ise imkansız. Son zamanlarda en favori cümlelerimden biri "benim dışımda gelişen sorunların etkisindeyim" ehh doğru.. ama anlamsız. Benim dışımda gelişen sorunların etkisinde olmayabilirim de, eğer istersem. Sizi bilmem ama (bu arada merhaba sevgili okurlar, selam etmek için garip bir yer olabilir ama ben parantez aralarını severim, küçük birer kaçamak..) ben artık beklemeyeceğim, nefes aldığım sürece, depremler, sarsıntılar kaydedeceğim. 3 liraya dostlarımla çay içip, hoşladığım kıza beyoğlunda bir tur gezinti ısmarlayacağım. Ve yaşayacağım.

Gençlikte böyle gaza gelmeler olur diyorsunuz, gaza gelirsin ve sonra sönersin. Ehh, biz de biraz gördük geçirdik ve sönmemek için birbirimizi dürtmeyi öğrendik. İşte şu anda bakındığınız kara sayfa da bizim el ele inşa ettiğimiz dürttürgeçimiz. Bir şekilde yaşamayı becermekten vazgeçmeyen insanların bloguna hoşgeldiniz.

24 Nisan 2009

168 saatte bir...

"Efendim blog dünyası için küçük; şu garip bünye için pek şahane bir hareket olan blog yazma işine girişimiz ve dahi yeni blogumuz vatana millete hayırlı olsun" diye başlamak istedim söze...

Fakat site ismini alıp yazı yazmaya karar verdiğim anda kafamda canlandığı gibi karizmatik bir giriş olmazdı elbet bu... Böyle tırt bir ilk yazı ile yazarlık hayatına başlamak çok yakışıksız olacaktı; zaten bu yüzdendir ki takriben bir haftadır düşünüyorum "ne yazmalıyım" diye...

İlk gün okula giderken etrafıma daha bir farklı bakayım dedim. Artık ulvi bir sorumluluğu omzumda hissetmekteydim. Bir blog yazarıydım nede olsa. Etrafıma baktım o metrobüs o vapurlar toplu taşıma ile gezmek “onca insan hayatına dokunmak onlarla aynı yöne seyahat edip farklı hayatlar yaşamak” gibi düşünceler kafamdan geçerken “ne kadar da zengin bir kaynak” dedim kendi kendime. Bütün yazarlar böyle besleniyorlardı; hayatın içinden şeyler yazma fikri ne kadarda güzeldi. Artık gözüm açılmıştı… Daha bir farklı bakıyordum hayata. Sonraki günler bu açık gözle dünyaya baktım... Ve evet tahmin edebileceğiniz gibi hiçte farklı bir şey görmedim... Başta yılmamıştım ama yazı yazma düşünceleriyle etrafıma bakındığım sırada okuluma gitmek üzere inmem gereken merter metrobüs durağını kaçırdığımda anladım ki bu iş öyle kolay olmayacaktı. Kolay olmayı bırakın benden yazar falan olmayacaktı; 168 saat gibi afili isim bulduğumuz bu siteyi de zaten eş dosttan başkası gelip okumayacaktı.

Efendim uzun lafın kısası en nihayetinde fark etmiştim ki “168saat” te bir gelip istediğim şey hakkında bir şeyler yazacağım arada birilerini gelip göz atacağı bir yerdi burası... Ne eksik ne fazla…

Bu düşünceler kumkuması ardından siteyi açtığımız tarihin üzerinden bir hafta geçmeden 168 saat raconuna uygun olsun diye ilk yazımı yazmak istedim. Şimdilik lafı uzatmadan bu yazıyı burada bitirirken yolda düşündüğüm güzel kapanış cümlelerinden birini yazmak isterdim aslında; ama maalesef şuan aklımda değil… Pekte afili pekte şahane fikirdi halbusi; kısmet değilmiş… İçinizi ferah tutun aklıma gelirse bu yazımı siler daha güzel birşey kondururum buraya hemencecik; hiçte çekinmem...

Neyse blog dünyası için küçük benim için büyük bir adım olan bu sayfa vatana millete hayırlı olsun… 168 saat sonra görüşmek dileğiyle... Sağlıcakla kalın…

ilk yazı

Koşuşturmacalarla hayat daha güzel; en azından benimki öyle. Nasıl, nispet yapar gibi oldu değil mi? Eee yazmanın da amacı o bir yerde. Bakın ben yazabiliyorum, diyebilmek. Eskiden bu daha mümkündü tabii. Şimdi sağda solda blogcu zirzop gençler türedi. Yazı kutsaldan çıktı, konuşma gibi alelade bir şey oluverdi. Ağzı olan konuşurdu, şimdiyse... Yazıyorum.